Onu hiç o yokuşu çıkarken görmedim,
Ve onunla hiç o yokuşu çıkmadım...

Elime ne bir pamuk şeker tutuşturdu, ne de bir simit... ne de bir sakız...
O bozayı çok severdi ve akşamları hep boza getirirdi.
Onu çok ama çok sevdim.

Avuçları benzin kokuyordu,
Nefesi anason...
Baktı mı derin bakıyordu.


Dar, evlerin arasına sıkışmış uzun taşlı bir yokuştu Bademlik yokuşu.. sabahın erken saatlerinde o taşlı yokuşu tırmanırken annem önümden gidiyordu ben de arkasından ona yetişmeye çalışıyordum. Ayakkabılarımın altı ıslak taşların üzerinde kayıyor ve bu da hızlı yürümemi engelliyordu.

Yokuşu tırmanmaya çalışırken bir yandan da alçak evlerin pencere içlerine oturtulan mor ve pembe renkli menekşelere, kırmızı sardunyalara bakmaya çalışıyordum. Sabahın erken saatleri olmasına rağmen bahçelerini ve bahçe önlerini çalı süpürgesi ile süpüren, uzun çiçekli etekler giymiş, süpürürken de eteklerini önünde toplamış kadınlar oluyordu. O an dikilip izliyordum onları...

Bazen evlerin önünden geçerken annemi lafa tutanlar oluyordu.. "geldiniz mi? kaç gün kalacaksınız? gelmişken biraz kalın bari.. Sabri dede zenginleşti hadi! torunları geldi ya..." gibi saçma sapan sözler.. annemi beklemez yürürdüm yokuş yukarı.

Dedemin evi hemen yokuşun bitiminde açıklıktaydı. Bademlik yokuşunun en yüksek yeriydi belki de orası. Aşağıya baktıgımızda kasaba ayaklarımızın altındaydı. Büyük tahta bir kapısı vardı evin. Boyumuz kapıyı açmaya yetişmediği için dedem kapının önüne büyükçe bir taş koymuştu. Kapıdan girdiğiniz zaman yine taş döşenmiş küçük bir yol uzanıyordu evin kapısına doğru "anneannee biz geldiiik!" diye seslenirdim orada ve Bademlik maceram başlardı.

**

"Dedem nerde anneanne?

" Bak taa orda...

Demir parmaklıklı pencerenin önüne bizi oturtmuş parmagı ile karşıyı ve aşağıları göstermişti. Önce parmağına ve sonra parmağının gösterdiği uzaklığa bakmaya çalışmıştım.

" Çok uzaklara baktın mı?

" Bakıyorum..."

" Kırmızı bir araba göreceksin çok uzakta... kırmızı.. "

Gözlerimle tarıyordum aşağıları...

Kırmızı kiremitli evlerin üzerinden geçerek anneannemin dediği gibi çok uzaklara gitmiştim. Telaşla bulmaya çalışıyordum o kırmızı arabayı...

" Buldun mu?
" Buldum.., hayır yalan söylemiştim bulmamıştım:( ama buldum demiştim.
" Deden orda, o arabanın içinde çalışıyor işte kızım.
" Ne yapıyor?
" Arabaları tamir ediyor.( gururla)

O tüm evlerin ve tüm mahallelerin çok ötesinde... çok uzakta... bize ve evimize çok uzak bir yerdeydi. Onun içindir ki ancak gece olunca bize ulaşabiliyordu. Filmlerdeki gibi sisli ve ıslak taşların üzerinde ağır ağır, yorgun adımlarla... Siyah deri yeleği, ve kahverengi ekoseli gömleği ve başından hiç çıkarmadığı şapkasıyla birlikte. O şapkasını sadece ve sadece tek bir gün çıkarırdı.

Gece olup da; büyük bahçe kapısının çengeli açılıp kapının kapandığını duyduğum an yerimden fırlar "dedem geldi" diye bağırırdım... dedemin ayak sesleri o küçük taşlı yolda evin kapısına dek ulaştığında kapıyı açar eşiğe dikilirdim...

"Dedemm" diyerek sarılırdım bacaklarına...
"Bak hele kim gelmiş"derdi.

O gelmeden çok önce anneannem kuzinenin üzerine büyük güğümde su kaynatırdı onun için. Mutfağın içindeki küçük banyoda yağını kirini atar öyle öptürürdü bize elini.

Eli benzin kokardı...
O koku dedeme has'tı ve ben o kokuyu çok severdim.

Çok konuşmazdı.

Yemeğini yedikten sonra odasına geçip duvara demir çengelle tutturulmuş rafın üzerindeki radyosunu açar, yerdeki minderin üzerine oturur anneannemin önüne koydugu küçük bir tabak peynir biraz kavunla birlikte onun "aslan sütü" dediği anasonlu suyunu yudumlardı.

Kapı aralığından gözlerimiz karşılaştıgında bana göz kırpar, bakışlarıyla "gel" derdi...
Kolunun altına sevinçle otururdum.

Elleri benzin kokardı,
Nefesi anason..
Çok severdim.
Alnımdan öperdi, saçlarımı okşardı,
Hiç konuşmazdı.

Radyoda onun çok sevdiği ağır şarkılar çalardı.. dalardı.
Rahat nefes alamazdı... sonra burnuna damla damlatırdı... yüzüne yediği soğukların tokatı olmalıydı bu.


Bayram namazlarından gelişini beklerdik sabırsızlıkla.

Siyah deri yeleği,
Ekoseli gömleği
Ve ayakkabısının içine giydiği mes'leri
Bir tek o gün çıkartırdı başındaki şapkayı.
Şapkasının içine bizim için biriktirdiği bozuk paraları koyardı. Yine bana bakardı bakışlarıyla "gel" derdi. Şapkayı alır odadaki tüm torunlarına dağıtırdım... sonra tahta sedirin üzerine çıkar dedemin kel başı ile oynardım. Anneannem kızardı oysa o;
" Karışma Lütfiye.." derdi.

Bademlik yokuşunun en başına kurulmuş bayram panayırındaki atlı karıncalara biner, renkli macunlar alır paraları tüketirdik.. ve gene o yokuşu tırmanır dedemden gene para isterdik arsızca.. anneannem kızardı dedem;

"Karışma Lütfiye... ben kim için kazanıyorum bunları "diye çıkışırdı.

Garajdaki o kırmızı minübüs ve dedem.. bademlik yokuşu.. yokuştaki küçük çeşmeden anneannemin çamaşır yıkaması için konserve kutusuyla taşıdıgım sular... büyük bahçe kapısının arkasında duran oyun sandıgımız.. bayram sabahları taşlıkta yakılan ocak... tüten dumanın kokusu ve üzerinde pişen akıtmalar.. üzerine sürülen vişne reçelinin nefis tadı..

Dedemin radyosundan dinlediğim o ağır şarkılar...
Islak bademlik yokuşu...
Ciciannemin penceresine sarılan asmadan gizli gizli yediğim asma filizleri..
Gece boyunca yattığım yerde beklediğim dedemin "çocuklar uyudu mu" diye soran sesi.

Anneannemin "çekme şunu burnuna artık" ikazlarına rağmen burnuna çektiği damlanın sesi...

Ve suskunluğu...

Tam yirmisekiz yıl olmuş...

Resim: Fotokritik

Yorumlar